Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Translate

28 Haziran 2012 Perşembe

öyle bir hüzünlü hikaye işte...

         Öncelikle gerçek bir olaydan alıntıdır.hikayede geçen kişileri tanımam bir yakınları tarafından bana anlatıldı..
 
                                         *         *       *      *       *         *          *
          Güneşin o herkese mutluluk saçan fakat benimle alay eden yakıcılığı altında Taksim'den bindiğimiz dolmuşla Bakırköy'e doğru ağır ağır ilerliyorduk.
          Taksimdeki dolmuş durağına geldiğimizde Banu'yla birbirimize sormadan sahil şeritinden geçen dolmuşlara yönelişimiz yol boyunca ikimizide sakinleştirebilecek tek güzergahın bu olduğu konusunda fikir birliğine varmamızın bir sonucuydu.Oysa o gün tüm sakinleştiriciler bende ters tepiyor,kendimi kendimden bir türlü alıkoyamıyordum.
           Dolmuşa bindiğimizde pencere kenarına onu oturtmam gerekirken sanki zor durumda olan benmişim gibi koltuğa hemen kurulmuş ve yanağımı cama dayayıp kendimi minübüs içindeki kasvetli havadan soyutlamaya çalışarak boğazdaki gemileri saymaya başlamıştım.

           Gemiler.....Düzinelerce gemi...Dağınık bir taburun beklenmeyen bir anda karşılarından geçen yaralı bir subaya saygılarını göstermek için oldukları yerde esas duruşa geçen askerleri gibi boğazın girişine demirlenmiş gemilerin hüzünlü ve sabit bakışları arasında yol alıyorduk.Ne kadar da çoktular...Doğup büyüdüğüm şehrin kıyısındanda gemi geçerdi ancak hiç bu kadarını bir arada görmemiştim..Allahtan çoktular ve böylece saymayı bitiremiyordum.O hüzün içinde dönüp te Banunun yüzüne bakamazdım.Çünkü gözlerinin içine baktığımda suratımda olması gereken güçlü ve güven verici ifade yerine apansız belirivericek bir korkudan utanıyordum..Geceler boyunca uykusunda dahi seyrettiğim bu kıza şimdi bakamamak en çok bana koyuyordu....

             Dün akşam yatakta uyumadan önce söylemişti "sımsıkı sarıl bana ne olur.Ve sabaha kadar bırakma ...Çünkü bu gece son kez üç kişi uyuyacağız"

              Gerginliğimin ve güneşin o aylarda ender rastlanan sıcaklığıyla terleyen yanağımı dolmuşun camına büsbütün yapıştırmış,gözlerimi denizin üzerinde gelişigüzel yayılmış gemilerin arasında gezdiriyordum tekrar.İçinde bulunduğumuz bu lanet olası çaresizlikten bir an için kopabilmeyi diliyordum...


               " Bu düpedüz şehirlerarası yolculuk" dedim kendi kendime dolmuşun camından dışarıda bitmek tükenmek bilmeyen yolu izlerken.Yaklaşık kırkbeş dakikadır yoldaydık ve biz hala bakırköy'e varamamıştık.İstanbulu'un merkezi sayılan bir semtten,Taksim'den Türkiye'nin en kalabalık ilçesine gidiyorduk ve ikiside aynı şehrin içindeydiler ama ne kadarda birbirinden uzaktılar."kendinden ne kadar uzak bir şehir diye düşündüm.Oysa çocukluğumun geçtiği şehirde varmak istediğim en uzak yere en fazla on beş dakika yürüyerek gidebilirdim.

                 Sonunda dolmuş Bakırköy'e vardı.Yol boyunca Banu'nun elini hiç bırakmadım,hastaneye gidene kadar hiç bırakmadım.Belki korkudan,belki sevgiden ve belki de kendimi suçlu hissettiğimden bırakmıyorduk ellerimizi.Acaba kürtaj odasınada onunla beraber giremezmiydim,bazı kocalar karılarının doğumuna girip kameraya dahi çekebiliyorlardı.Ama ben onun kocası değildim ve biz bir doğum belgeseli çekmek yerine doğamayacak bir bebeği öldürmeye gelmiştik..

                   Hastaneden içeri girerken henüz yirmisinde bile değildik ama ellisini çoktan aşmış iki insan gibi ağı ağır yürüyerek geçtik kapı eşiğinden.Bize ayrılan odaya girdik.Odanın içindeki eşyalara bir daha hiç hatırlamamak üzere baktım.Aklımda kalan tek şey televizyonun müzik kanallarına ayarlı olmasıydıÖmrümün geri kalan kısmında bir daha duymak istemeyeceğmi bir şarkı çalıyor  ve Banu usul usul ağlıyordu.Yattığı yatağa uzanıp ona sarıldım.O ağlıyor ve o ağladıkça ben tir tir titriyordum.Titremeden utanıp geri çekildim.Korktuğumubelli etmemeliydim."Biz...sadece kurtulacağız"diyebildim gözyaşlarını silerken...

                  Odadan çıktıktan sonra doktor yanıma geldi"herşey hazırmı?" diye sordu gülümseyerek.Belki gülümsemese ondan daha az nefret edicektim.Hazır olup olmadığını sorduğu ise paraydı.Evet anlamında başımı salladım ve elimi cebimdeki cüzdana  attım.Cüzdanım daha önce cebimden hiç bu kadar zorlanarak çıkmamıştı.Daha önce hiç olmadığı kadar şişkindi.Parayı doktora uzatırken aldığım borç parayı arkadaşlarıma ödeyebilmek için beş ay boyunca bir barda her gece garsonluk yapmak zorunda olduğum aklıma geldi.Bu iş okulumun uzamasına neden olucaktı...

                    Kürtajdan iki gün önce doktorun muayenehanesine bebeğin durumunu öğrenmek için gitmiştik.Doktor Banu'yu ultrasona sokmuş ve bebeğin üç buçuk aylık olduğunu tespit etmişti.Ben ultrason odasına girmeyi cesaret edememiştim.Banu bebeği görmüştü.Yasalara göre üç aydan sonra kürtaj yasaktı.Bunu söyledikten sonra doktor bizi bebeği doğurmaya ikna etmeye çalıştı.Ama onun asıl derdi para değilmiydi?Çaresiz durumda olan biz değilmiydik?Yasalar sadece bizden daha fazla para kopartmasına yardım etmeyecekmiydi bu durumda?Ve tüm bu olup bitenin kızıştırdığı korku gözlerimden rahatça okunmuyormuydu?

                     Ne kadar param olduğunu sordu...olan param yalnızca 200 liraydı."Piyasada bu aya gelmiş bir gebeliğin kürtajı bin dolardan başlar ama sizin öğrenci olmanız ve benimde bir anne olup Banu nun yerinde kızımında olabileceğini dikkate alarakbu kürtajı size 1000 tl ye yaparım" dedi. Acaba o esnada kızınıda hamile bırakmak istediğimi bilseydi kurduğu her cümlenin sonunda bana oğlum diye hitap edermiydi...

                     Parayı çıkartıp doktora uzattım...O an o paradan da,bebekten de,o hastane odasındanda Banu'nun elini tutup kaçmayı,herşeyden kurtulmayı diledim.Sanki düğüne hazırlanmış taze bir gelin gibi Banu'yu beyazlar içinde odadan çıkarttılar.Organlarımdan yankılanan bir sesle kapı üzerime kapandı.Ömrümün en geçmek bilmeyen dakikalarıyla başbaşa bırakıldım...

                    beşinci dakika:"Bu odada sigara içmek yasaktır.Cezası 100 tl"yazıyor odanın duvarında insanla alay eder gibi..Umurumda değil diyorum buraya 1000 tl vermişim yakıyorum sigaramı..

                    onuncu dakika:Biten sigaramın ateşiyle ikinci sigaramı yakıyorum.Banu'nun adımı sayıkladığını duyar gibiyim.

                     on beşinci dakika:Hiç sönmeyecek bir sigara diliyorum Tanrı'dan buradan sağ salim çıkabilme duasının ardından.Kısa sigaraların insanlığa yapılmış en büyük işkence olduğunu düşünüyorum.

                      yirminci dakika:Kürtajın yirmi dakikada biteceğini söylemişlerdi.Telaşım daha da artıyor imdadıma dördüncü sigaram yetişiyor.

                       yirmibeşinci dakika:Yanlış saymışım henüz yirmi beşinci dakikaya gelmemişiz ama olsun ben beşinci sigaramıda söndürüyorum.Korkuyorum..

                        otuzuncu dakika:Hayır.hayır saçmalama öyle birşey olamaz,sadece on dakika geciktiler...Altıncı sigaram gırtlağımı yakıyor..

                         otuzbeşinci dakikada bebeği gözümün önünde canlandırmaya çalışıyorum.Ultrason odasına girmediğime pişman oluyorum.Acaba neye benziyordu?..kime?..Kafası babasınınki gibi,çocukluğunda alay edilmesine neden olunucak kadar kocamanmıydı acaba?..Ya gözleri?..Annesinin beni Tanrı!nın sonsuzluğuna inandıracak kadar derin,enfes suluboya mavisi renktemiydi?Kendime bir söz veriyorum..Banu2dan özgürce,rahatça,hiç kimseye hesap vermeden bir çocuk istiyorum.Bana Banu'nunkiler gibi bakacak bir çift göz daha istiyorum...

                          kırkıncı dakikada boğazın girişine demirlenmiş gemiler bir bir boğazdan geçmeye başlıyorlar.Göğüs kafesime hapsolmuş kanatları yolunmuş bir güvercin soluk borumu gagalıyor yedinci sigaramı söndürürken.

                           kırbeşinci dakikada bir gemi olmak istiyorum.Sıranın bana gelmesini ve benimde boğazdan geçmeme izin vermelerini istiyorum.
                          
                            ellinci dakikada bir gemi oluyorum.Koskocaman bir gemi.Ağırlıksız gövdemi üzerine pırlanta kırıntıları serpiştirilmiş,deniz yüzeyine belli belirsiz değdirilip kimseye çaktırmadan geçiyorum diğerlerinin arasından.Ne bu dünyadayım Ne de ötekinde.Ruhumu acılarıma bıraktım.Sonsuz bir sessizliğin içinde gemi olduğuma konsantre ettim kendimi.Koskocaman bir gemiyim ama heybetimden utanmadan ağlıyorum...

                            elli beşinci dakikada beni bir geminin gövdesinden söküp çıkaran dünyaya,Bakırköy'e,bu odanın içine döndüren kapının sesiyle bir hemşire giriyor içeriye.Geride bıraktığım geminin batışına aldırmadan ona yöneliyorum.
                             "Emre bey nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum.Ben...Ee şey...Arayabileceğiniz bir büyüğünüz varmı acaba?"
                               "Doğduğum yerdede gemiler vardı ama hiç bu kadarını bir arada görmemiştim"
                               "Birazdan doktorla başhekimin odasına çıkmanız gerekecek isterseniz ben de..."
                               "Siz hiç güzel bir sabahta boğazdaki gemileri sayarak Bakırköy'den Taksim'e yürüdünüzmü?"
                                "Kürtaj esnasında rahim duvarında beklenmedik bir kanama başladı.Banu hanımın uterusunda fındık büyüklüğünde bir kist saptandı.Doktor hanım talihsizce bu kisti ultrasonda gözünden kaçırmış olmalı.Yoksa..."
                                "Oysa kocaman gemileri sayarken ben hiçbir küçük tekneyi gözden kaçırmamıştım."
                                "Ölüm raporunu okumanız için başhekimin odasına çıkıp....."
                                "Siz hiç bir gemi olmayı hayal ettinizmi?Koskocaman bir gemi"
                                "Emre bey iyimisiniz?Kendinizde değilmiş gibi konuşuyorsunuz?Size bir sakinleştirici vermemi istermisiniz?"
                                 "Oysa bugün tüm sakinleştiriciler ben de ters tepiyor kendimi kendimden ve gemilerden bir türlü alamıyorum"
                                 "Doktor hanım!!! doktor hanım!! lütfen 302 numaralı odaya gelin hemen.Emre bey fenalaşmak üzere ya da ne bileyim şuurunu yitirmiş gibi.Doktor hanım?doktor hanım?"
                                  "Yo yo hayır hiç kimse bana o yolu yürütemez.Hayır bugün yürümeyeceğim.Hiç akıl karı bir iş değil bu.Hiçbir şuursuz o yolu yürüyemez hiçbir şuursuz
                            .."
                                   Oysa gözlerimden tam bir şuursuzluk okunuyordu hangi cehennemin adresinin nereden sorulacağının bilinmediği bir karanlığın içinden geçip Bakırköy'den Taksim'e doğru yürürken koşmak istedim olmadı.Etrafımda uçuşan suluboya mavisi gözlerle yürüyordum lanet olası taşların üzerinde...Ayağımı kaydırıp düşmek istedim olmadı...Melekler aradım etrafımda küfredebileceğim ama yoklardı.Ağlamak istedim, yüzümü buruşturup ağlamaya çalıştım ,olmadı,olmadı,olmadı...Sonra gemiler...Gemileri saymıştım gelirken,ne de çoktular....Hani nerdeler?Yok!yok!yoklar....Deniz aydınlık ama gemiler?....Hepsi batmış olmalılar.


                               *       *        *          *           *            *           *             *


Wearing,oxxo top,burberry shorts.steve madden shoes,louis vuitton bag,bracelet top shop,nacklase koton

        Hikayemiz biraz acıklı oldu ama arada bu da lazım..Tabii ben biraz daha dramatize ettim aslında sonu böyle değil:))Neyse bir tane daha kombin ekleyip kafanızın yorgunluğunu alıyım.Malum biraz uzun oldu sıkmamışımdır umarım;)))))


                                  









                           Wearing,dress from passage of atlas,bag burberry,shoes inci
            

2 yorum:

  1. resmen agladım.. gerçek bi hikayeyse cidden çok üzücü, yıpratıcı bi hikaye.. ne hallere düştü insanoglu yaa, düşündükçe deliriyorum içinde bulundugumuz bu saçma düzene, herşeye..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. valla bende yazdım sonra okudum çok hüzünlendim.Keşke gerçek olmasa ama maalesef...Okuyanlar çok üzülmesin diye de sonuna aslında sonu böyle değil falan yazdım..işte böyle canım bırak hikayenin kahramanlarına üzülmeyi ben birde sizler için üzüldüm lütfen fazla üzülmeyin beni de üzmeyin:(((((

      Sil